Tarikat – Siyaset – Menfaat Üçgeninde Bozulan Tarikat Anlayışı:
BİR TABUYA DOKUNMAK
20. yüzyılın ikinci yarısından sonra, Türkiye’nin ve Türk toplumunun, yasal zemini bulunmadığı için olduğu kadar, uhrevi bir mesele addettiği içinde konuşmaktan korktuğu ama devasa bir problem olarak da karşısında duran bir çıkmazdır tarikatlar meselesi.
Aslında ilmi bir hüviyet taşıması, belli değerler zincirine olduğu kadar bilgiler silsilesi üzerine de oturtulması gereken ve hakikatin sahibine ermenin vasıtalarından biri olma iddiasındaki “Sufizm”, bir başka deyişle Tasavvuf/ Tarikat hareketi temelde “insan-ı kâmil”i var etmeyi hedefler ki bu davranışları ve duruşu itibariyle olduğu kadar ruhen ve bedenen de incelmiş insan manasına gelir.
Kavgadan ve koğudan uzak olduğundan “dövene elsiz sövene dilsiz”, Allah’tan gayrı her şeye yüz çevirdiğinden ötürü dünyevi hırslarını yenmişliği bir yana, bizim mümin tayfasının (!) hülyasına bile gusüle durduğu huri ve cennet teklifini dahi reddedip Cemal talebinde bulunan adamın konumlandığı ve konuşlandığı yerdir aslı itibariyle tarikat.
Hakikatin sırrına varmış Eren olmaktır,
Mülk derdiyle insanı aldatanı yeren olmaktır,
Allah’ın ahlakı ile yaşamayı bilen olmaktır,
Kendini düşman bilene dahi gülen olmaktır ehl-i tarik olmak.
Bununla birlikte rızkı için yeryüzüne dağılanların içine karışıp alın teri ile iaşesini temine gayret ile tufeyli olmamak,
Her türlü melanetinin üzerini sufi kisvesi ile örtmemek,
Din üzerinden sermaye biriktirmemek,
Hasbi ve harbi olmak,
Erke ve erk sahibine mesafeli durmak,
Aldanmamak ve aldatmamaktır tasavvuf erbabı olmak.
Ölmeden önce ölmek; riyadan, “üç günlük dünya menfaati için fırıldak olmak”tan, hırstan ve kinden arınmış, yeni olmaktır.
İslam’ı hakkıyla bilen ve bildiği üzere amel eden adamın bile ham kabul edildiği, haddeden geçmiş bir nezaket ile var edilmiş Müslümanlıktır, Tasavvuf.
Yukarıdan beri saydığımız tüm bu vasıflar, ideal olup ne yazık ki kitapta yazan ama bu gün var olmayandır.
Kuzey Müslümanlığının ortaya koyduğu yorumun bu coğrafyanın medresesinden, sosyal hayatından ve tekkesinden, biraz da devlet eliyle kovulduğu, Yesevî çizgisindeki tarikat anlayışının aşağıdan gelenin tazyiki karşısında ricatı ile başlayan yozlaşma ve bozulma hali Gazi-Dervişler Dergâhını Miskinler Tekkesine dönüştürmüş ve bu kurumun tefessühü kaçınılmaz bir son haline gelmiştir.
Nitekim kendisi de bir mutasavvıf olan Abdulhakim Arvasi’nin “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması” ile ilgili söylediği: “Onlar kendi kendilerini kapatmışlardı. Hükümet boş mekânların kapısına kilit vurdu” mealindeki sözü hakikati bütün çıplaklığı ile ortaya serer.
Bütün bu itibar kayıplarının üstüne bir de Nurculuk hareketinin tarikatler karşısındaki menfi tavrı tüy dikmekle kalmaz, bir çuval inciri de berbat eder, her ne kadar Nurculuk bu anlamda çok daha tutucu, skolastik ve primitif bir algı ve davranışlar bütünü olsa da.
Zamane tarikatı, cemaatlere rağmen ayakta kalabilmek için varlık sebebi olan, talibin kendi seyr-i sülûku içerisinde ilmen gürleşen kalben incelen tekamül etmiş insandan vaz geçmiş; bırakın dini hakkıyla yaşayan dinden habersiz insanların aşındırdığı bir kapı haline gelmiştir.
Nitelik yerini niceliğe bırakmış, bir sanatkâr titizliğindeki mürşid de zanaatkâra dönüşmüştür.
Bir futbol takımı taraftarı kimliğini anımsatan tarikat holiganizmi içerisinde ( terim bana aittir ve uysa da uymasa da kabilinden söylenmiştir), ürkütücü bir dayanışma ile sayılarını artırma ve diğerlerine baskın gelme hevesindeki alt tabakanın zavallılığını kullanan üst yapı bu samimiyeti kullanarak zaman içerisinde toprak sıvalı kerpiç dergahlardan gökdelenlerdeki holding binalarına geçerken, köy köy, kasaba kasaba taban tepen dervişin yerini de lüks jipler ile seyahat eden halife ve vekiller almıştır. Falan tarikatın filan kolunun feşmekan dergahına üye olmanın kişiyi doğrudan cennete götüreceği fikrine inanan bu iflas etmiş aklın geldiği son noktada, tarikatı, bağlıları itibariyle;
Yoksulu kulluk
Esnafı/ iş adamı yolluk
Bürokratı koltuk derdinde olan grupların üzerinden dünyevi menfaat devşiren ayrı bir üst tabakanın varlığını da söylemek boynumuzun borcudur.
Nitekim bu güne kadar “dünyevi hırslardan arındıkları için, güce ve siyasete kayıtsız oldukları” propagandası yapılan bu arkadaşlar ile kurumlarının son birkaç seçimdir açıktan partilerin adlarını vererek politika bataklığına çivileme dalmaları oyunun son perdesi olarak karşımızda durmaktadır.
Allah dostu(!) olmak iddiasındakilerin politikacıların dostluğu için gönül kırma bahasına bir gözü dönmüşlükle siyaset arenasında boy göstermeleri hiçbir tarikat ölçüsü içerisinde değerlendirilemese de iyiliği ve ibadeti ticari bir şarta bağlayan yapılardan farklı bir şey beklemek de abestir esasen.
Hadi sözümüz havada kalmasın diye iki örnek verelim:
Vaaz sırasında ürettikleri malın reklamını yapan pek muhterem hoca efendi ile
Bağlıları arasından bazı kişileri hacca götürmenin şartı olarak ürettiklerini en fazla almak da yetmeyen, bunlar arasında da piyango yoluyla Hac talihlisi(!) belirleyen mantalite kendisi doymak bilmez bir iştiha ile yerken alt tabakadaki bağlılarına kanaatkarlığı tavsiye eder de yüzü de kızarmaz hiç.
“Filan partiye oy ver” der,
“Falan sendikaya üye ol” diye tavsiye(!) de bulunur.
Açtığı ticarethaneden yapılan alışverişi bir nevi ibadete büründürür de bir kısmı cehaletinden kanarken bir kısmı da menfaatinden kanar gibi yapar bu duruma.
Peygamber varisleri Muhammedî bir tavır sergilemezler de ( Hani hurmaları aşılayalım mı diye kendisine sorulduktaki sünneti vardı, hatırladın mı?), Karunî bir anlayışla insanların dinî duygularını sömürürler daha çok, daha çok, daha çok kazanmak için.
Hırsıza hırsız,
Arsıza arsız
Kansıza kansız diyemeyenler
Güya “Allah” derler de bu lafz-ı ilahîyi de bir simyacı maharetiyle belki altın ama çoğunlukla renginden dolayı Amerikan Dolarına ($) dönüştürürler.
Bunu da bize din diye, tarikat ve tasavvuf diye yuttururlar.
Kanana
Kanmak isteyene sözüm yok.
Ama bilin isterim
Ben de külah çok.
Buyuksun seyhim