Dedemin güzel oğlu, arayıp da:
“Abi, yazar mısın?” dediğinde, sormaktan ziyade nezaket ifadesi olarak kullanılmış soru ekini zihnim algılamadı bile.
“Yaz”a kodlandı nedense.
Her ikisinin de cennet mekan olduğuna inandığım dedem ve nenemi dışarıda tutacak olursak, dedemin evinin zihnimdeki en güzel hatırası ve onların yadigarı küçük dayım: “Yaz” der de ben yazmaz mıydım?
Naza çekmedim bu yüzden, öksürüp aksırmadım.
Zaten yazdığım bir sitenin varlığını hatırlatıp azıcık da böbürlenerek:
“Ben olmazsam, perişan olur garipler. Site batar!” gibi hakikatle alakası olmayan cümleler sıralayıp böbürlenmek de gelmedi içimden.
Memleketimin diyalektiğinde de yer alan, Türkçenin en güzel tasdik ünlemi ile cevapladım dayımı:
“He” dedim sadece.
“He, dayım. Yazarım.”
Bu “He”nin getireceği bütün sorumlulukları zihin kapımın dışında bırakarak.
Aksırıklı bir okumam, eciş bücüş bir kalemim olsa da kampanyalara adı yazılmayacak kadar okur yazar olanlardanım çok şükür.
Kendi çapında sürekli bir şeyler karalayan bir adamım üstelik.
Hiçbir şey bulamazsam karalamalarımı gönderirim birkaç hafta.
Nihayetinde Taner beni kovar.
Ben de rahatlarım siz de.
Bu sebeb-i teliften sonra bilmelisin ki kıymetli okur, bu sütunda okuyacağın hiçbir yazı objektif olmayacaktır.
Düşünen ve hisseden bir varlığın objektif olamayacağına iman etmişimdir çünkü.
Nihayetinde herkes kendi penceresinden bakar kendi dünyasına.
Tarafsızlık bir riya ve aldatma değilse bir deli saçmamasıdır kanımca.
Beğen yada beğenme, yazarın – yani benim- bir dünya görüşü vardır ve yazdığı her şeyi o görüşün süzgecinden geçirir yazarken de susarken de. Bu sebepten de olsa yazdıklarımın doğruluğundan şüphe hakkına sahipsin.
Beğenmeme hakkına da…
Ama bilesin ki yazdığım her şeyde samimiyim, harbiyim ve hasbiyim.
İşte bunu tartışma hakkına sahip değilsin.
Yazdıklarından ve söylediklerinden ötürü başı defalarca belaya girmiş ve girmeye devam eden birinin yazısını okuyorsun çünkü.
Kendimi anlatmaya ne hacet?
Beni tanıdıkça, böyle olduğunu da göreceksin.
“İyi de birader, sen ne yazarsın?” diye soran bir çehreyle yazıyı okuyan arkadaş.
Sana diyorum tabi.
Şu anda bu yazıyı senden başka okuyan mı var?
Bu köşede sabit bir konu olmayacaktır.
Bir bakarsın bir hafta ağır bir siyasi konudan bahis açmışızdır, ertesi hafta bir şiir konduruvermişizdir köşeye. Kuantum fiziğinden de bahsedebiliriz ( Gülme, ciddiyim. Ben her bir halttan anlayanlardanım.) belediyenin çöp hizmetinden de.
Günlük ve bayağı politikaya girmeyiz ama.
Nedense sarmıyor beni yavan taşra siyaseti.
Ölü eti yemiş gibi hissediyorum kendimi.
Midem kalkıyor.
Ne yalan söyleyeyim. Her gün kravat takanlardanım.
Kravat deyip geçme, çağdaş insanın esaret zinciridir o.
Bir hadisten mülhem, her daim söylediğim:
“La seyfa illa 657” cümlesi kapkara bir ironi taşır bağrında.
Daha fazla söyletme emmoğlu.
Devletin memuruyum, anla!
Bir de geçmiş zaman olur ki yazıları yazmam bilesin.
Anı biriktirmeyi severim de – yazanlara saygı duymakla birlikte- âleme saçmayı sevmem.
Halden memnun olmayanların sığındığı limandır çünkü hatıralar.
Çaresizliğin dışa vurumu…
Bir koca memleketin yetim kalmışlığının, kimsesizliğinin.
Oysa ben, güzel bir memleket isterim, güçlü bir memleket…
Ol sebepten, halden bahsederim, atiden dem vurabilirim ya, maziden ı- ııhh…
Eleşkirt’ten çıktı(ğı)mdan (beridir) yüküm gurbettir.
Gurbet, bir başka memleket değildir bilesin.
Hasrettir en çok.
Burun direğindeki sızıdır bir türlü geçmeyen.
Belki bir gün sana ondan da bahsederim.
Haa, bir de kötü bir sesle çok güzel türküler söylerim.
Sükseli bir giriş yapmış Taner dayım.
Çok güçlü kalemleri almış siteye.
Kendisi yetmezmiş gibi, Mehmet AVCI’yı transfer etmiş bir de bonservis bedeliyle.
Onlardan sıra bulursan benim yazılarımı da oku.
Belki farklı bir şey öğrenirsin, farklı bir tat alırsın.
Hiç biri olmazsa sevap kazanırsın, daha ne?
Mukaddime dediğin çok uzun olmaz emmoğlu.
Bu haftalık böyle olsun.
Rabbime emanetsin…
Baştan sona hiç atlamadan bütün yazıyı okudum.Çok güzel .Bundan sonrakileri de okumak nasip olur İnşAllah.