Soluk bir eylül gününün yüzünü ağartan ışık oldun benim için. Öylesine bir ışık ki geride yalnızca karanlık, kir ve küf kaldı…
Geride bıraktım herşeyi senin gelişinle: yıllanmış hüzünler, birikmiş telaşlar; öylesine büyük yer açıldı ki bunları içimden boşaltınca, senin için kocaman bir evren oldum.
İlk gülücüklerin, geceler boyu süren ağlamaların… Bunlar herkes kadar benim de başıma gelen şeylerdi, her olağan şeyi özelleştirebilme yeteneğini ne zaman edindin?
Senin ağrın, sancın ve hastalığın… Bunlar ne zaman nüksetse içimde öylesine derinden hissederdim ki bunları; en küçük şikayetini diş ağrısı gibi duyumsardım.
Saatlerce seyretmek seni… Bir ressamın en güzel eserini bile bu kadar uzun ve keyifle seyredemez insan… Gece sessizliğinde soluğunu dinlemenin hazzı bilmiyorum ki başka nerede var.
Varlığına aç olduğum bir nesnenin birden bire elime geçmesi gibi birşeydi sahip olmak sana. Aradan altı yıl geçmesine rağmen hâlâ “gerçekten benden bir parça mı? ” endişesi ve şaşkınlığını atamadım. Sahip olduğum tüm diğer nesneler ve varlıklardan çok farklı ve büyük bir şeysin…
“Anne”, “su” benzeri bir kelimeden önce ilk ağzından çıkan kelimenin “baba” olması nasıl bir değerdir; bu, hangi kıymet ölçüsü ile ifade edilebilir? Bir sahne vardır her insanın zihninde, yaşı ne olursa olsun silinmeyen, işte benim sahnem bu: İlk emeklediğin günlerde ardından emeklerken ben, bilerek geride kaldığımda, mutfaktan kafanı çevirip elinle ve sözünle “gel” demendir.
Seni bu kadar güzel ve özel yaratan Rabbim’e şükürler olsun kızım. Şükürler olsun gülüşünle aydınlattığın günü yaratan Rabbim’e.
Her mevzuda sıkıcı olabilecek kadar çok konuşan ve yazan ben söz seni anlatmaya gelince “lâl” oluyorsam, güzelliğini anlatmakta yetersiz kelimelerimin çaresizliğinden ve çaresizliğimin varlığına açken kelimelerime yansımasından.
Hoş geldin Kızım! Hoş geldin Tuana Şeyma Eldem. Yüzü benli Cennet yağmuru, hoş geldin!
Sinan Eldem