Temmuz, ağustos ve eylül aylarında içimde hep bir ürperti olmuştur. Çünkü bu aylarda dünyanın büyük devletleri illaki bir halt karıştırıyordur. Kendi tabirleriyle "Yeni Dünya Düzeni" kuruyorlardır muhakkak. İnsanın şunu diyesi geliyor: Arkadaş ne kurulmaz düzenmiş. Kura kura bitiremediler mübarekler şu düzeni(!) Her neyse konuya geçelim...
İşte böyle bir temmuz - ağustos dönemiydi yine, sene 1945, yer Almanya'nın Potsdam şehri. ABD, Sovyet Rusya ve Birleşik Krallık günlerce sürecek bir toplantı yapıyorlardı. Konu belli: Bir kez daha yeni dünya düzeni. Toplantıda Almanya'nın, Japonya'nın, Polonya'nın durumu falan filan derken mevzu yine Türkiye'ye gelmişti. Ee kambersiz düğün olmaz diye düşünmüş olmalılar ki Türkiye'yi olaya karıştırmışlardı! Sovyet Rusya'nın derdi malûm. Sıcak denizlerde çimerek hafiften bronzlaşmak(!) Ama Akdeniz'e Karadeniz'den atlama tahtasıyla senkronize atlanamayacağı için mecburen olay yine bizim çileli boğazlara çıkmıştı. Dertleri şuydu: "Türkiye tek başına şu boğazları idare etmemeli, beraber idare edelim. Zaten savaşta bize de yardım etmedi. Bedel ödemeleri gerekiyor." Fakat kendi savaşlarında bizim neden bedel ödememiz gerektiğine kafa yormadan daha sonra isteklerini sıralamaya devam ettiler. Zaten niyetleri sadece Akdeniz sahillerinde yüzmek de değildi. Şu talepleri de eklediler: "Ya hazır Akdeniz'e giderken şuradan Kars'ı, Ardahan'ı da bize verin de elimiz boş gitmeyelim. Hem biz oraları Birinci Dünya Savaşı'nda size emaneten vermiştik." Ama bu kadar da değildi ki dertleri. Devam ettiler isteklere: "Hazır bize Kars'ı falan vereceksiniz, bizim şu küçücük gariban çocuklar var ya, Gürcistan ve Ermenistan dediğimiz sovyet cumhuriyetçikleri, bu zavallı çocuklar ağlayıp duruyorlar. İlla biz de Artvin'i, Trabzon'u, Ağrı'yı, Van'ı falan filanı da istiyoruz diye; eliniz değmişken onları da hazırlayıp bir ara verin, ağlamasın yavrular. Hem Erzurum'dan sonrası sizin neyinize yetmiyor." Bu isteklerin altını doldurmak için bazı girişimler bile yapmışlardı. Hatta öyle ki, o yavru devletçiklerin çok bilen bazı tipleri haritalar bile hazırlamışlardı. Şurası Gürcistan'ın, burası Ermenistan'ın diye raporlar yayınlayıp sağa sola gönderiyorlardı. Ee başka isteğiniz var mı demeye kalmadan sınırın öte yanından top sesleri ta Kars'tan ve Hopa'dan duyulmaya başlamıştı bile! Ama iş Sovyet topraklarındaki tatbikat sesleriyle bitmiyordu ki. Balkanlara askeri yığınak yapmaları, Sovyet hava kuvvetlerinin Türkiye'nin Karadeniz sahillerine yaklaşmaları, deniz kuvvetleriyle kıta sahanlığını takmadan cirit atmaları gibi tonla gövde gösterisi. Vaziyet buyken, memleket bir yandan Sovyetler Birliği'nin bu taleplerine karşı notalar verirken diğer yandan da Birleşik Devletler'in ve Birleşik Krallık'ın tutumunu öğrenmeye çalışarak bir anlamda onları da işin içine sokmaya çalışıyordu. Bu Sovyet talepleri Batı dünyası için giderek ciddiyetini artırmıştı anlayacağınız. İşte böylece Soğuk Savaş ilk defa bu seviyede geldiğini bağırıyordu dünyaya. Fakat daha da önemlisi Türkiye askeri yığınaklarını sınırlara kaydırarak savaş pozisyonu almaya başlamıştı bile.
Sonrası malûm, anlatmaya lüzum yok. Truman Doktrini, NATO süreci vs. Özetle, DÜNYA SOĞUK SAVAŞ'LA DONMAYA BAŞLARKEN TÜRKİYE ATEŞLER İÇİNDE KALMIŞTI.
Uzatmak istemiyorum. Aynısını Kore Savaşı'nda, Küba Füze Krizi'nde ve daha birçok konuda yaşadık. Kısaca demek istediğim şey şu ki; bu dünyanın büyük güçleri ne zaman ki birbirinden soğusa Türkiye tam tersine ısındıkça ısınıyor. O yüzden Rusya - Çin - ABD derken geldiğimiz bu noktada dünya on yıllar sonra yeniden soğumaya başladı. Umudum odur ki, Türkiye bu kez ısınmasa bari!!!
Kalın sefa ile...