Adına Sarı demişler doğar doğmaz. Sapsarı saçlarından almış lakabını. Gerçek adını bilen yok. Boyu bir Alaman mavzeri uzunluğunda ya var ya yok. Gövdesi ince mi ince, çıplak mı çıplak… Gözleri maviş mi maviş, şahin mi şahin… Çağı civan mı civan ama yaman mı yaman… Vesikası, yiğitler ocağı Batı Trakya'nın Gümülcine Sancağı'dan. Bulgarın, Yunanın esaretine baş kaldırıp yola ilk revan olanlardan. Ve düşmüş Sarıkamış yollarına memleketin diğer ucundan.
Sarıkamış… Binlerce yıllık istilanın anayurdu. Sarıkamış… Beyazlara boğulmuş diyar-ı şarkın çimen gülüşlü tek yurdu. Varmış böylece Sarı, adaşının eteklerine hicri 1334 sonu. Ama zemheri azgın, zemheri ölümcül, zemheri cana düşkün. Sarı... Kursağında açlığın deli çığırtkanlığı; yüreğinde üç kardaşın vakitsiz acısı; dilinde hem Allah hem de Ekber nidası. Ne var ki bir lokmalık bedeniyle ilk o ezmiş Allahuekber'in gövdesini. Adaşının ayazla bezeli merhametine bırakmış kaderini. İlerlemiş ve ilerlemiş... Kocaman bir yürekten ibaret bedeni dur durak bilmemiş. Öyle bir taşmış ki yüreğindekiler, mecali Allahuekber'in doruklarına erişmiş. Yedi gün ve günlerden daha uzun yedi gece… Yürümüş kâinatın en namert zemherisinde. Lâkin en sonunda tükenmiş takati, düştükçe düşmüş yavaş yavaş gerilere. Elleri ağzında, ayakları boranlı yere artık yan basmakta. Doluşmuş hem çehresine ölüm kızıllığı hem de bağrına ecel morluğu. İlişmiş civanlığına ihtiyarlığın en kâfir umutsuzluğu. Dolaşırken birbirine incecik bacakları, yine de atmış inadına küçüldükçe küçülen adımlarını. Ama kesilmiş feri yedinci günün zifiri karanlığında. Evvela dizleri dökülmüş yerlere, sonra mavzeri çözülmüş onurlu göğsünden ve en sonunda tüm bedeni düşmüş omzu üstüne. Uyan deseler de ne çare. Asılmış boynuna ölüm fermanı bir kere. Böylece kalmış Sarı en geride.
Sarı… Yigit bir Osmanlı neferi ve yazmalı bir ananın dördüncü kederi. Kaskatı kesilen bakışlarla Sarıkamış'ın ilk cevval şehidi.
Böyleymiş Sarı'nın ve onbinlerce yiğidin hikâyesi…
Kalın aşk ile...