Modern dünyanın ilk ve en büyük başkaldırısıydı Fransız Devrimi. Bir tarafta açlığın en hakiki halini yaşayan bitkin bir halk, diğer tarafta ise lüks ve şatafatın en görkemlisini yaşayan monarşi ve yanlıları… Aynı fıtrata sahip olan iki insandan neden birinin refah içinde, bir diğerinin ise niçin açlıkla boğuştuğunun en üst düşünsel sorgulamasıydı bu.
Tarihine bakacak olursak; kimi tarihçilere göre tarihin ilk dünya savaşı olan Yedi Yıl Savaşı (1756-1763) sonucunda Fransa, Britanya İmparatorluğu’na yenilmiş ve Fransız halkı bu savaşın ağır ekonomik baskısı altına girmişti. Üstüne üstlük krallık ve neredeyse krallıkla aynı güce sahip olan soylular ve din adamları bu ekonomik baskının faturasını da halka kesmişti. Ve bu bir çıldırışı tetiklemişti. 14 Temmuz 1789 tarihinde kraliyetin sembolü olan Bastia hapishanesinin halk tarafından basılmasıyla başlayan devrim öylesine bir hiddete bürünmüştü ki, o dönem Fransız sokakları Joseph-Ignace Guillotin adlı mucidin bulduğu ve kendi adıyla isimlendirdiği giyotinle kafası kesilen insanlarla doluydu. Monarşi yanlısı, din adamı, aristokrat kim varsa, yakalananlar ulusa ihanet suçlamasıyla giyotinle kellesi alınmak suretiyle öldürülüyordu. İşte o devrimin sembol isimlerinden biri Maximilien Robespierre isimli bir kişiydi. Telaffuzu ‘‘Maksmilyın Robispier’’ olarak söylenen bu kişi devrimin beyin takımının başında olan kişilerden biriydi. Öldürülecek insanların listesini büyük oranda işte bu Maximilien Robespierre isimli kişi yapıyordu. Herkes ‘‘Acaba bugün listede ben var mıyım?’’ diye Maximilien Robespierre’in ağzından çıkacak isimleri korkuyla bekliyordu. Bir noktadan sonra bu liste olayı öylesine kontrolden çıkmıştı ki artık herkes potansiyel giyotinle kafası kesilecek adaylar arasındaydı. Bu nedenle ahali artık bunalmıştı. İlgili ilgisiz herkes günü kellesi alınmadan geçirdiği için şükrediyordu. Fakat bir gün bazı kişiler bu olaya çare bulmak için toplanmış ve çareyi de Maximilien Robespierre’i öldürmekle bulmuştu. Ve böylece aynı suçlamayla Maximilien Robespierre de tutuklanmış ve giyotinle kafası kesilerek öldürülmüştü. Bugünlerde çok sık kullanılan ‘‘Devrim kendi evlatlarını yer’’ sözü o günlerden kalmadır. Neticede devrim kendi evlatlarını da yiyerek yayıldıkça yayılıyordu. Artık dünya üzerindeki hiçbir monarşi kendini güvende hissetmiyordu. ‘‘Eşit Yurttaş’’ kavramıyla bezeli Cumhuriyet ideolojisi Avrupa’yı kasıp kavuruyordu. Sadece fikir olarak değil askeri olarak da Avrupa’yı monarşilerden kurtarma düşüncesiyle sahneye çıkan Napolyon Bonapart isimli genç bir tank komutanı 1804 yılında yalnız erkekler arasında yapılan ve ilk modern referandumlardan biri olarak kabul edilebilecek bir seçimle imparator oluyor ve Avrupa’yı fethe başlıyordu. Ama Avrupa’nın neredeyse tamamını fethetse de 1815 yılında Avrupalı monarşilerle yaptığı ünlü Waterloo Savaşı’yla tarih sahnesinden çekiliyordu. Ne var ki devrim fikri tüm dünyaya yayılmıştı artık. O noktadan sonra eşit yurttaş fikri dünyanın büyük çoğunluğunu oluşturan yoksullar için bir umut kapısıydı. Ve dünyanın her tarafında ideolojik temeli ne olursa olsun bütün devrimlerin söylemleri ve iddiaları eşit yurttaş temelinde gerçekleşiyordu.
Gelgelelim günümüzdeki duruma. Aslında büyük resme bakıldığında tarihteki hiçbir devrimci hareket yoksulluğa evrensel anlamda genel geçer bir çözüm bulamamıştır. Bugün Fransız Devrimi’nin kazanımları başta Fransa olmak üzere tüm dünyada neredeyse tamamen unutulmak üzere. Yoksulluk ve gelir dağılımındaki adaletsizlik Fransız Devrimi’nin öncesinden daha da kötü durumda. İşte asıl soru da buradan başlar. Neden unutuldu kazanımlar? Cevap çok nettir: Her yenilik bir eskimişliği de beraberinde getirir. Şöyle ki; bir yenilik ortaya koymak isteyen kişi veya kişiler o yeniliği kurumsallaştırmaya çalışırken eskilerin deyimiyle kendi ‘‘müesses nizamını’’ yani kurulu düzenini de oturtmaya çalışır. Dolayısıyla eskime de o andan itibaren başlamış olur. Ve bu eskimişliği kendisine bir tehdit olarak görenler de kendi yeniliğini aynı şekilde oturtmaya çalışır. Yoksulluktan ve eşitsizlikten dert yananların başını çektiği Fransız Devrimi’nin ‘‘Eşit Yurttaş’’ fikri yeni bir düşünce olarak doğup başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya yayılırken, doğduğu topraklarda eskimeye başlamıştır. Dolayısıyla pratikte devrim kavramı yerleşik kurumları ortadan kaldırıp kendi kurumlarını yerleştirdikten sonra eskimeye yüz tutmuştur. Hâlbuki teoride devrim sürekli bir yenilik demektir. Yeniliklerden vazgeçildiği andan itibaren eskileşme ve köhneleşme başlar. Sosyolojinin kurucusu olarak kabul edilen İbn-i Haldun Mukaddime isimli kitabında özetle; toplumların ve devletlerin güçlerinin bir zirveleri olduğunu, bu zirvelere oluştuktan sonra köhneleşme yaşayacaklarını anlatmıştır. Bu temel gerçeklik her türlü yapılar için geçerlidir. Dolayısıyla bir yenilik iddiasıyla gelen bütün güçler bir noktadan sonra var olan güçlerini korumaya çalışır ve eskimeye başlar. Fakat eskimiş gücün yerini yeni bir güce bırakması o kadar kolay olmaz. Eskimiş güç sahiplendiği ortamın alışkanlığıyla yeni bir güce karşı büyük bir direnç gösterir. Elindeki tüm araçları kullanarak kendisine ait olduğuna inandığı her ne ise onları korumak için var gücüyle mücadele eder. Bir seviyeden sonra bu mücadele öyle bir mecraya taşınır ki hayat memat meselesi haline dönüşür. Eski ile yeni arasındaki bu mücadele her ikisine de zarar verirken asıl zararı uğruna çatıştıkları yapı görür. Yine Fransız Devrimi’ne dönecek olursak; devrim yepyeni güç odakları oluştururken uğruna inandıkları değerler için canını veren halk için pek de bir şey değişmedi. İşte bunun altında yeniliğin bir süre sonra eskimesi gerçeği yatar. Bu gerçekliğin panzehri ise sürekli sorgulayan ve yeniliği kendisine yaşam şekli olarak gören insanların sayısının artmasıdır. Devamlı hareket halinde olan düşünce dediğimiz en kıymetli değerin durgunluğa girmesi, kabul duygusuna sarılması ve daha da kötüsü karamsarlığa kapılması insanın her şeyini kaybetmesiyle aynıdır. Toplumlar düşünmeyi bıraktıklarında her türlü yoksunluğu da kabul etmiş olurlar. Bu nedenle bugün herkes Fransız Devrimi’ne Fransız kalmıştır.
Oysaki düşünsel yoksunluk ruhun intiharıdır!
ömrünüz uzun olsun kıymetli insanlık.
Eşitlik ancak ideolojik çöplüklerden kurtulmuş, kendini formatlayarak dönüşen vicdan sahibi yüreklerle olabilir. Devrimler kendi katillerini yaratır ve güzel tasarlanmış hayaller bir anda kabusa dönüşür.
İnanç kısırlığa yaşayan halkın sığınağı mutlaka sahtekarlar olacaktır. Bırakalım Fransız devrimini de asıl kendi özümüze varolanı açığa çıkarmaya çalışalım.
Saygılarımla