Bu yazıyı soğuk bir şubat gecesinde saatler biri gösterirken kaleme alıyorum. Şehrin simsiyah ışıkları dolunayın aydınlığı altında eziliyorken, elimdeki kalem tutturmuş illa seneidevriyesi yaklaşan Hocalı Katliamı’nı anlat diye. Ama Hocalı’yı anlatmak ne kolaydır ki. Yıllar evvel Srebrenitsa’nın yemyeşil tabutlarını dizelerken demiştim ki: ‘‘Yaşamadan hissetmeye çalışmak kalbin cehaletidir.’’ Aynı şey, Hocalı, Halepçe, Doğu Timor, Doğu Türkistan ve insanlık tarihinin başlangıcından bu yana yaşanan tüm katliamlar için de geçerlidir. Yaşamadan hissetmeye çalışmak cehaletini takarak göğsüme, yüreğim ağlaya ağlaya anlatmaya çalışayım Hocalı Katliamı’nı.
Tarihin gördüğü en büyük imparatorluklardan biri olan Sovyetler Birliği, 1980’lerin ortalarından itibaren Mihail Gorbaçov’un açıkladığı ‘‘Glasnost ve Perestroyka’’ yani ‘‘Açıklık ve Yeniden Yapılanma’’ politikalarıyla çöküşe geçmişti. Böylece bu politikaların etkisiyle Sovyet İmparatorluğunun egemenliğinde bulunan Özerk Cumhuriyetler ’de ardı ardına hareketlenmeler baş göstermiş oldu. Bu bağımsızlık hareketleri artarak devam etmiş ve 25 Aralık 1991'de Sovyetler Birliği’nin kendisini feshetmesiyle beraber bağımsızlık nidalarıyla doruklara ulaşmıştı. Sovyet Kızıl Ordusu’nun Özerk Cumhuriyetler’den çekilmesiyle birlikte ise büyük bir otorite boşluğu ortaya çıkıyordu. Aslında, her şey de bundan sonra başlamış oluyordu.
Dağlık Karabağ’ın içerisinde bulunan ve stratejik olarak önemli konuma sahip bir kasaba olan Hocalı’nın hikâyesi de böylece yazılmış olacaktı.
Azerbaycan’ın kontrolünde bulunan Hocalı Kasabası 1991 yılının sonlarına doğru Ermeni Silahlı Kuvvetleri tarafından yoğun bir ateş altına alınmıştır. Yapılan bu saldırılar sonucunda Hocalı’daki Azerbaycan silahlı güçlerinin direnci tamamen kırıldıktan sonra Ermeni güçleri 25 Şubat akşam saatlerinde kasabayı bütünüyle muhasara altına alarak çok sayıda askerle kasabaya girmişlerdir. Ve böylece 25 - 26 Şubat gecesi katliam başlamış oldu. Amaç belliydi. Çocuk, yaşlı, kadın ayrımı yapılmadan kasabadaki tüm Azerbaycan Türk’ünün yok edilmesiydi amaç. İnsan vücudunun görebileceği her türlü ölüm şekli yaşatıldı Hocalı ahalisine. Örnekler vermeye kalbim izin vermiyor ama şu kadarını söyleyeyim; o gece Azerbaycan kaynaklarına göre 613 kişi katledilmiş ve bu katledilenlerin vücutlarındaki kimi uzuvların kesildiği veya parçalandığı belgelendirilerek tespit edilmiştir. Bununla da kalınmamış en az maktul sayısı kadar rehine ve maktul sayısının iki katından fazla da ağır yaralı insan belirlenmiştir. Yaşananlar rakamların yan yana gelmesiyle oluşturulan sayıların çok ötesindedir.
Peki ama mesele nedir? Nedendi bu zulüm? Mesele bir tek Dağlık Karabağ’ın önemli bir geçiş noktasını ele geçirmek değil şüphesiz. Hatta mesele Dağlık Karabağ’ın tamamını ele geçirmek de değil. Mesele insanın neden bu kadar gaddar olabildiğidir. Bir çiçeği bile sebepsiz koparmanın vicdani yükünü çekebilecek kadar derin bir hissiyata sahip olan insan denilen bir varlığın neden küçük bir çocuğun kafasını parçalayabildiği ya da niçin bir yaşlının gözlerini sökebildiğidir. Nasıl oluyor da insan böylesi bir noktaya gelebiliyor? Bu soruların dini veya ruh bilimsel yorumunu yapmak istemiyorum. Zira bu sorunun cevabı çok daha derinlerdedir. Şöyle ki: İnsanın sonsuz esnekliğe sahip bir var oluş yapısı vardır. Her insan iyiyi de kötüyü de sonsuz biçimde varlığında taşır. Yani tamamımız her türlü iyiliği de kötülüğü de içimizde barındırırız. Bütün canlıları yok edebileceğimiz gibi bir karınca için canımızı bile vermeye aday varlıklarız. Bu özellik hiçbir insanda yok olmaz.
Demem odur ki, hiç kimsenin yapamayacağı bir iyilik ya da bir kötülük yoktur. O yüzden insan, gerek bireysel varlığı için gerekse de halkı için bu hakikatin bilincine varmazsa her türlü eziyetin ve katliamın en yakın adayı olur.
İnsanlık tarihinde katledilen tüm mazlumların sonraki yaşamlarında sonsuz huzura ereceklerine dönük sarsılmaz inancımla; iyiliği bol, acısı az bir yaşam diliyorum herkese.