Şiirin,
dolayısıyla sanatın
ve bittabi insanî duyguların, yok olmaya her gün biraz daha yaklaştığı bir coğrafyada,
saldıracak bunca adam dolduruyorken sokakları,
biraz daha batalım diye olsa gerek
Azrail, şairleri yokluyor bu ara.
Önce Yavuz Bülent’e şöyle bir hamle eder gibi yaptı,
Sonra İsmet Abi’yi silkeleyiverdi adam akıllı.
Yüreğim ağzıma geleyazdı,
Zira benim için Özel adamlardır her ikisi de.
Hele İsmet Abi.
İsmet Abi yoksa şiir de ölmüştür çünkü.
Allah’tan,
“seken bir kurşun kadar…
Taraf tutmayan ölüm” salıverdi yakalarını da
bed sesli, aksırıklı şairler sokağında
şiirin iki mütemmim adamı ince nefesler almaya devam edebildi,
yontulmamışlara inat eder gibi.
Saçma sapan olduğunu kendimin de kabul ettiği bir fikir geldi aklıma o ara,
-fikir denilebilirse tabi-:
Peşpeşe gidiverseydi,
Yavuz Bülent’le İsmet Abi
Ne düşünürdü acaba Diriliş’in yol başçısı Sezai?
Artık alem de bir o bir de o kalacaktı zira.
Sevinir miydi?
Sanmam.
Evet, şairler kutsarlar ölümü,
Beklerler de
-çoğu bir sevgiliyi bekler gibi üstelik-
Ama başkalarının cenaze merasiminden bir düğün çıkarmazlar kendilerine.
Üzülürdü kanımca
Hatta susardı uzunca bir süre.
Belki bir ağıt yazardı
İkinci yeni meşrebince
Girift, kapalı
Ama salınışında seslerin
her daim gözlerimizi kamaştıran
O Müslüman eda ile.
Kelimelerin yasından, yasın kelimelerine geçerdi de
Otu dibine yeni oturmuş taze çay kıvamında sözler salardı göğe,
Melekler ağlasın diye.
Biz, baharı beklerken, ansızın tutulduğumuz bu zemheride,
Gözün gönlü görmediği bu sessizlik fırtınasında,
Rüzgar almayan bir koyağa, şiirine sığınırdık Sezai’nin.
“Nasıl da güzel yazmış!!!” diye gözyaşı çırpardık didelerimizden.
O ki yedi güzel adam diye methedilen tayfadan bizim güzel dediğimiz ikiden biridir,
İnsanmış hakikaten,
İsmet’in dediği “eşref-i mahlukat”tanmış diye sitayiş cümleleri kurardık ardı sıra,
İhtiyacı varmış gibi,
Bizim övgümüz pek umrundaymış gibi yada.
Kimse de omuzlarımızdan tutup silkelemezdi,
Uyandırmazdı bizi derin hüznümüzden,
“Oğlum, ne diyorsunuz? Sezai lan bu!” deyu.
Çünkü ve bilirim ki kimse de üzülürdü Yavuz Bülent’e,
Ve mutlak yaşardı acısını İsmet’in,
Hele İsmet’in.
Neyse ki olmadı,
Attı ama vuramadı o şanlı avcı.
Bu duruma “şaşırıp kalmış” olsa da Yavuz Bülent yaşıyor işte.
İsmet, Teleal Bedru bestesiyle istiklal Marşı’nın on kıtasını birden bağırıp duruyor.
Ben gözümden düşen yaşlardan sonra ufukta beliren gökkuşağını seyrediyorum şiirin.
Adak niyetine aldığım çikolatalı gofretlerden birini uzatıyorum
yanımdan bir süper star havasıyla geçmekte olan “saçları alagarson kesik/dudağı kanım gibi kırmızı” bir kıza.
“İsmet abi yaşıyor!” diyorum biriktirdiğim bütün sevinçlerin patladığı bir ses tonuyla.
Türkan Şoray’ınki kadar iri ama iriliği oranında anlamsız bakan gözlerini dikip gözlerime:
“İsmet abi?” diyor, alıklığın bütün mimiklerini yayarak yüzüne.
“Özel” diyorum ben bir çırpıda, alıklığına kayıtsız kalıp.
Ne anladıysa Özel’den öfkeleniyor haspam.
Göğsüme doğru itiyor çikolatayı tutan elimi, hızlı adımlarla yanımdan uzaklaşırken.
Başka bir gün olsa geçmişine rahmet okurum ya,
Umursamıyorum bile.
“Olsun, diyorum, şiir nefes alıyor,
İsmet abi yaşıyor ya!!!”