Bir yaşamın ölüme en yakın durağıdır yoksulluk. O durağa gelince ya sen kendini atmak istersin ya da birileri tutar da kollarından fırlatmaya çalışır seni ölümün kucağına. Çünkü kurulu düzen seni o kadar değersizleştirir ki, varlığının zerre manası olmadığını düşünürsün geride kalanlar için. İşte bununla ilgili bir hikâye anlatasım geldi sizlere bu yazıda.
Fakülte yıllarımın ilk yazıydı. Aklımın bir türlü ermediği ecnebi dilinin sınavından kalmışım ve mecburen harman vaktini yaz okulunda geçirmem gerektiğini buyurmuş okul idaresi. Her ne hikmetse cebimdeki olmayan paraya güvenerek tek başıma kalıyorum öğrenci evinde. Ev dediysek de birkaç çekyat ve bir iki çatal kaşık hesabı anlayacağınız. Büyük bir can sıkıntısı ile okula gidip geldiğim günlerden biriydi. İki buçuk katlı evimin olduğu binanın kapısından içeri girdim. Ve bir de baktım ki girişteki kulübeye bir aile yerleşmiş. Ama beni ilgilendirmezdi kim gelmiş kim gitmiş. Ben sınıfta kaldıktan ve köyüme gidemedikten sonra dünya batsa bana neydi zira. Gelin görün ki ne zaman o kulübenin önünden geçsem kavga gürültü inletiyordu memleketi. İnsan olmanın en keskin tonu olan merak duygusu baskın gelmişti bende artık. Bir gün kulübenin önünden geçerken ayakkabılarımın bağcığını bağlama bahanesiyle kulak verdim gelen seslere. Tam merakımı giderecekken açıldı kulübenin kapısı. İçeriden uzun boylu ve epeyce saf bakışlı bir adam çıktı. E adamların kapısına kulak kesilmişim ve haliyle selam vermek mecburi oldu! Otuz yaşlarındaki o adam üç beş aylık bir bebeğin babası ve sürekli kavga çıkaran sevimli mi sevimli bir kadının(!) kocasıymış. Ayrıca adam o dönemler hortumlanan o meşhur bankanın bir şubesinde güvenlik görevlisiyken bankanın kapanması sonucu işsiz kalan malum kitlenin bir ferdi aynı zamanda. İşsiz kalınca evinden barkından atılmış ve hemşehri hatrına o kulübeye sığınmışlar maaile. O günden sonra bunlarla yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemeye başladı. Ne zaman didişseler hop benim evdeler! Ama belli olmuştu ki ben yaz okulundan da kalacaktım. Çünkü her Allah'ın günü bunların kavgalarının ortalarında buluyordum kendimi. "Abi sakin ol, yenge sen de bir sus artık" diyerek geçip gidiyordu cânım istikbalim gözümün önünden.
Gel zaman git zaman, yine her ne hikmetse ucu ucuna geçtim sınavı ve vardım köyüme. Vardım varmasına da aklım da hep onlardaydı. Ne yaptıkları, ne ettileri aklımı karıştırıyordu. Her neyse, yaz bitti ve döndüm geldim üniversiteye. Apartman kapısını açtım, içeriye adım attım ama baktım kulübe bomboş. Hızlıca üst kattaki ev sahibesine çıktım. Kapıyı çaldım ve sanki kadın beni bekliyormuş gibi selam sabah vermeden açtı o sevimsiz ağzını: "Duydun mu aşağıdaki kendini asmış!" Offf dedim ve elim ayağım boşaldı! Meğerse benden hemen sonra tek başına memleketine kaçmış ve kimseye haber etmeden ormanlık alanda asmış kendini bir ağaca. Cansız bedeni günler sonra bulunmuş.
Dedim ya, bir yaşamın ölüme en yakın durağıdır yoksulluk. O vatandaş da binlerce insan gibi atmıştı kendisini ölümün üvey şefkatine. Fakat yolumuz o durağa çıktığında insan olmanın en güzide özelliği de çıkmalı meydana: DİRENEBİLMEK. Diyeceğim o ki, direnin ve tutunun yaşamın bir ucundan. Hiçbir derdin bedeli yaşamla ödenecek kadar yüksek değildir! Hani biz bazı korkak şair bozuntularının dediği gibi: "Yaşamak sade yüreğin kadar değil; etin kadar, kemiğin kadar direnebilmektir."
Kalın aşk ile...