Benim kişisel duygu dünyamda köpeklere dair takındığım olumsuz tutum hiç değişmedi kırk küsur yıldan bu yana.
Gerçi 3-4 yaşlarımdayken Fındık adlı bir köpeğim vardı ve ben onu çok severdim. O kadar ki bir gece, birileri onu alıp götürene kadar hiç artık yemek yemedi. Ev ahalisi ne yiyorsa tencereden bir tabak da ona ayrıldı, evin doğal üyelerinden bir üyeymiş gibi ve ben, her gün, kendi ellerimle yemek servisi yaptım ona. Lakin bir sabah uyanıp bahçeye çıktığımda, her zamanki yerinde, bağlı olduğu o büyük ağacın dibinde bulamadım Fındık'ı. Biri,gecenin bir yarısı, bir parça kemik veya et vermiş, karşılığında da Fındık o yabancıya teslim olup gitmişti.
O günkü çocuk aklımla yaptığım ilk çıkarım, ilk menfi bakışımdı köpek taifesine: İtlerin sadakati kişinin kendisine değil, verdiği yalın kalitesinedir. Daha iyi bir yal vereni bulduğunda, başka kapıya bağlanabilir.
Köpeklerle ilgili ikinci ve üçüncü menfi düşüncem ise ilk okul çağlarıma denk gelir. O çağdaki ilk menfi düşüncem yaşam alanım ve birlikte yaşadığım insanlardan dolayıdır. Bileniniz vardır belki, Almancı çocuğuyum ben. Babam, gavurun kapısında kalmayalım diye bizi Türkiye'de okutmayı tercih etti ve ben uzun yıllar dedelerin en güzelinin, Ahmet Söylemez'in evinde kaldım abim ve 5 dayımla birlikte. O evin bir çok güzel hususu vardır ama konumuzla ilgili olanı, küçük odadır. 3+1 taş yapılı evin en küçük ama en stratejik odası... Bir statü meselesi o odada kalmak. Çocuklardan o odaya sahip olanı hem odanın tek sahibi oluyor hem de bütün çocukların üstünde bir makamın. Bir de gece 12'den sonra sohbet o odada dönüyor ve oda sahibi herkesi almıyor odaya. Odanın aklımda kalan ayırt edici özelliklerinden biri de kapının karşısındaki duvara çizilmiş yağlı boya Bozkurt tablosu. Ömer Dayım, hem odanın sahibi hem de idolüm olduğundan, o yaşta bile Ülkücüyüm ben, sadece ben değil, bütün aile, hepimiz. Dayım, Bozkurt diye seviyor bizi. Kızdıklarına, sevmediklerine, özellikle de komünistlere; it diyor. Doğal olarak sevmiyorum köpekleri. Çünkü dayımın yaptığı sınıflandırmadan sebep, mefhumlar dünyamda kurdun karşısında, Türk ve İslam'ın düşmanı ve Ülkücü olana hasım olanla it aynı düzlemde buluşuyor, aynileşiyor.
İlkokul çağlarımda gelişen,konu ile ilgili son ve en traji-komik menfi düşüncem ise 4. sınıf dönemime aittir. Ben, öğretmenimin sevgili ve akıllı öğrencisi olduğum için bazen diğer öğrencilere vermediği ödevleri bana verdiği gibi arada bir bu kabulden yardımlar da isterdi.
Alpaslan İlkokulundayız ama okulun asıl yerinde,
Pancar kooperatifinin çaprazında.
Tek katlı o güzel bina,
Bahçe giriş kapısı tek olan,
İhata duvarlari ile ayrılmış çevresinden... Öğretmen, elime para tutuşturup sigara almamı istedi okulun arka tarafında kalan mahalle bakkalından.
Hızlıca çıktım kapıdan, dersi çok kaçırmayayım diye.
Bakkala vardım , sigarayı alıp dönüyordum ki hızlı adımlarla, havlama sesleri işittim, bugünkü böğürtülere benzer.
Arkama dönmemle koşmam bir oldu.
5-6 köpek beni yakalamak için var güçleriyle koşuyordu.
O kısacık yol bitmiyordu bir türlü.
Ben kaçıyordum onlar kovalıyordu.
O kadar yaklaşmışlardı ki köpeğin o sıcak ve ürkütücü nefesinin bacağımı yaktığını hissediyordum. Bir adım geç atsam dişleri bacağımı delecek sanki.
Başka zaman tırmanamadığım o, okulu çevreden ayıran ihata duvarının üzerinden, bir uzun atlamacı gibi atladım, sıçramak için ellerimle duvardan güç almadan üstelik.
( Sonrasında kaç defa denediysem de başaramadım. Apo, korkuma yormuştu o atlayışımı ki haklıydı).
Gerçi ben dedemin, yalnız olduklarında herkes kıçını tekmelediği halde bir tepki göstermeyip kuyruklarını kıstırarak kaçtıkları icin salaxane dediği bu itlerin bir başlarına bir halt olmadıklarını, birkaçı bir araya gelince sürü psikolojisiyle tehlikeli hal aldıklarını biliyordum ama benim psikolojim alt üst olmuştu bir kere. (Salaxane kelimesinde x'i kasıtlı kullandım, çünkü ka değildir o ses gırtlaktan çıkar ve AzerbaycanTürk Alfabesinde bu harfle gösterilir.)
Bu olaydan sonra bir köpek korkusu başladı bende ki tarifi yok. Gözü açılmamış yavru köpeğin yanından geçemiyorum.
Beş yüz metre ileride bir köpek görsem o yolu terk ediyorum.
O derece...
Yıllar böyle geçti.
Evlenip eş durumundan Cihanbeyli'ye tayin oldum.
Ocak kurduk orada
Gece yaptık,
Sendika kurduk,
Uzatmayayım hummalı çalışıyoruz, hem devlet için hem dava için.
Her Salı akşamı Ocak 'ta seminer veriyor, gece 12'den önce eve dönmüyorum.
Ev uzak ve biraz da tenha bir yerde olunca arkadaşlar arabayla alıp bırakıyorlar , ben de
köpeksiz bir hayat sürüyorum.
Yine bir salı akşamı, tüp taşıdığı o küçük Suzuki minibüsle evden aldı beni Levent Reis, Ocağa geldik, çaylar içildi, hal hatır soruldu, seminere geçildi, seminer sonrası çay faslı, sohbet muhabbet derken gece 12 ettik saati. Ben kalkayım dedimse de Levent Reis bir saat daha oyaladı beni. Meğer arabayı almış kardeşi, beni oyalıyor ki o arada araba gelsin ama arabanın geleceği yok. En son, Hocam araba gelsin ben bırakayım seni dedi ama ben olmazlandım. Yürürüm, dedim. Hem hava çok güzel.
Ana yoldan gitsem, yol güzel ve aydınlık ama uzak. Işıksız ve tozlu da olsa kısa olduğu için ara yolu seçtim ve yürümeye basladim.
Bir müddet sonra ileride yan yana dört küçük ışık görmeyeyim mi? Ne olduğunu anlamadan yürümeye devam ettim ama ışıklar da bana doğru geliyor ve geldikçe büyüyorlar. Az sonra iki köpek karaltısını andıran iki siluet seçmeye başlayınca gözlerim, vücudumu ateş bastığını fark ettim ama ilerlemeye devam ettim. Birkaç adımdan sonra emin oldum ki bu üzerime üzerime gelen şeyler iki köpekten başka bir şey değil. Dönüp geldiğim istikamete yürüyeyim istedim. Ben dönüp bir iki adım atınca, köpekler havlayarak koşmaya başladılar. Onlardan hızlı olma ve bu kovalamacadan galip çıkma ihtimalim bir milyonda sıfırdı. Üstelik bunlar arkadan saldırır da sırtımdan parçalarlarsa ilkin, insanlar cesedime bakıp, köpeklerle dövüşürken değil de köpeklerden kaçarken öldürüldüğümü fark edip benimle alay edecekler zehabına kapıldım nedense. Sonra dedim ki kendi kendime, Oğlum Zeki, bir korkak gibi ölüp de milleti kendine güldürme, karşındaki ite boyun eğme.
Döndüm, Hoşt diye seslendim ama bu pek yumuşak ve kırılgan bir hoşttu. Köpekler korkup kaçmak bir yana bana doğru koşmaya başladılar. Sonra ben bunların, dedemin deyimiyle, salaxane köpekler olduğunu hatırladım, hani kıçına tekmeyi yiyince ciyaklayıp kaçan. Eğilip yerden taş aldım, avazım çıktığı kadar Hoşt diye bağırıp yerden aldığım taşı onlara doğru firlattım. Ben yeni bir taş almak için eğilirken onlar dönüp kaçmaya başladılar. O gün nladım ki çalıyı dolaşmakla itin tehdidinden kurtulmanız mümkün değildir. Üstüne üstüne gidecek itten korkmayacaksınız. O gün yendim köpek korkumu.
Sonrasında bir sürü itle karşı karşıya geldim. Kiminin iki ayağı vardı kiminin dört.
Kimi havlıyordu kimi havlar gibi konuşuyordu. Fizikleri değil belki ama karakterleri birbirlerine tıpatıp benziyordu. Üstüne üstüne gittim, hiçbirinin ayak sayısına ve kimin köpeği olduklarına aldırmadan.
Bazen ısırmadılar değil ama kıçını tekmeledim hepsinin.
Bu aralar bizim dairenin orada bu salaxane köpekler peyda oldu yine. Sarı tüyleri var birinin, Alman kırması gibi. Sahibi sokağa salmadan önce ev köpeği imiş belli.
Biri kara. Diğerlerine göre daha kısa boyca ama pek sinsi. Mahallenin iti değil besbelli ya da epey olmuş mahalleden gideli. Başka yerde pinekleyip, belli zamanlarda, sırf bana havlamak için geliyor. Çoban köpeği diğeri, alaca. İtlerin en hırslısı. Baş olmanın derdinde, o da anca beni ısırırsa. İki it daha var ama tarife hacet yok. İt işte...
Bu itlerin derdi gücü benimle. O geceki köpekler gibi, üstüme üstüme geliyorlar sırtım dönükken. Ben dönünce kaçıyor, uzaktan havlıyorlar. Bir de bir memnunlar itliklerinden ki sorma. Yağmurda yürüyüp ıslansam, yağmuru kendileri yağdırmış gibi sevinip mutlu oluyorlar. Salaxane köpek ne yaparsa onu yapıyorlar. Bir batakta bütün itler poz veriyorlar.
Artık kendi hallerine bıraktım köpekleri.
Uzaktan havlayıp havlayıp batağa dönüyorlar,
Hepsinin kıçında tekmemin izleri...