İnsan hayatındaki canlı cansız her şeyin bir ruh ve anlama sahip olduğuna inanıp sevmeyi başarırsa bulunduğu yeri daha yaşanılır kılabilir. O zaman, etrafındaki her varlığın bir anlamı olur. O halde içinde yaşadığımız şehrin, yürüdüğümüz caddelerin ve koşuşturduğumuz sokakların da bir ruhunun olduğunu unutmamalıyız. Sahip olduğumuz evlerin, içinde yaşadığımız binaların da sevinç ve hüzünleri, geçtiğimiz yolların, dinlendiğimiz park ve bahçelerin de birer hikâyesi var. Yani kulak verebilirsek aslında kâinattaki her varlık bizlere bir lisan ile hitap eder.
Mahallelerimizin ayrı ayrı jargonu, semtlerimizin kültürleri, köylerimizin ayrı, ayrı örfleri vardı. 100.yıl mahallesinin garibanlığı, Bulut ve Fatih mahallelerinin kimsesizliği, Alpaslan mahallesinin kadim geçmişi, Teyyare mahallesinin delikanlıları ve Şeko mahallesinin haşarı gençleri vardı.
Her mahallenin birkaç tane futbol takımı vardı. Meşin topa sahip olan takımlar ayrıcalıklı, krampon ve tozluk sahibi oyuncular ayrı bir fiyakalıydı. Galibiyetin mükâfatı sıfır bir topa veya gazoza sahip olmak olunca her maç ölümüne oynanırdı. Her genç kendi mahallesinin şanı için birer savaşçı ruhuyla mücadele ederdi. Mertçe kavga edilir, ama asla küs kalınmazdı.
Yeri geldiğinde henekesine misket oynanır ama yine de pes edilmezdi. Sahici sevgiler candan ve çıkarsız dostluklar, kan kardeşlikleri vardı. Mahalleli birbirinden emin olduğu için evlerin etrafında surlar olmazdı. Henüz art niyet diye bir zehir olmadığı için misafir ağırlamak, sofrasını başkasıyla paylaşmak en büyük mutluluktu. Her mahallenin ahlak ve edepten oluşan kırmızıçizgileri vardı. Evet, yan bakmanın defterlerde olmadığı, adam satmanın literatürlere girmediği zamanlardı.
Çocuk cıvıltıları geç saatlere kadar sokakların en dinlendirici melodileriydi. Öyle ki çocukları sokaktan ve arkadaşlarından koparıp eve getirebilmek hayli zordu. İhtiyaç olduğunda çocuklar rahatça komşuya emanet edilir gözler arkada kalmazdı. Hatta ne olur ne olmaz diye her zaman evin bir yedek anahtarı hep komşuya teslim edilirdi. Çevreye olan güven hissi, herkese büyük bir rahatlık verirdi.
Mahallede herkes en yakınındaki yetime aile, düşküne dayanak, yoksula saklanacak adresti. Hele ramazan aylarında ezana dakikalar kala her evden adeta kuryeler paket servisiyle başta ihtiyaç sahipleri olmak üzere komşulara iftar yemekleri taşırlardı. Ola ki yaptığı yemeğin kokusu komşusuna gitmiştir diye “bunu Ayşe teyzenin evine götür onun gelini hamiledir belki kokusu gitmiş, canı çekmiştir” diye düşünen engin yürekli annelerimiz vardı.
Borç batağına düşmüş olan akrabası veya komşusu için haber vermeden harekete geçen, imece usulü etraftan para toplayıp sıkıntı gideren duyarlı insanlar vardı. Bulunduğu semtte komşularından bir esnafın çekinin veya senedinin ödenmemiş olmasını kendileri için büyük bir ayıp olarak gören duyarlı tüccarlar vardı.
Kavga yapmış tarafları daha büyük fitneler çıkmasın diye en kısa zamanda buluşturmak, hemen aralarını bulup barıştırmayı kendileri için vazife bilen “ru spi - ak sakallı”lar vardı.
Nasıl oldu da o günlerden, insanların birbirine yabancılaştığı hatta birbirinden korktuğu, koptuğu ve kuyusunu kazdığı böyle kötü bir zamanlara geldik?
Çünkü oturup dinlendiğimiz yerlerin, dostlarımızla vakit geçirdiğimiz mekânların üzerimizdeki haklarını... Kağızman caddesinde Platin çay evindeki muhabbetin anlamını, Otel Öz’ün altındaki Papatya çay evinde rahmetli Mahmut abinin demli çayının tadını kaybettik.
Tahir Elçi caddesindeki banklarda hayatın yorgunluğu yüzüne yansımış, ezanı bekleyen yaşlı amcaların derin düşüncelerinin… Hayvan pazarında yarım kaldığı için Güven çay evinde devam eden alışveriş pazarlıklarının… Ve sebze pazarındaki seyyar satıcıların tenorları aratmayan tiz sesleriyle “gel, vatandaş gel” diye yaptıkları çağrıların anlamını kaybettik.
Mecburiyet caddesinde volta atan insanların hayallerine… Cadde başında kışın kestane, yazın mısır haşlayan Muhsin’in metanetine… İşletme caddesinin girişinde ayaklarındaki engele rağmen ayakkabı boyacılığı yapan Yavuz abinin azimle verdiği ekmek kavgasına... Hemen yanında ülkesinden kopmuş olmanın hüznünü üzerinde taşıyan tandır ekmeği satıcısı Afganistanlı Aziz’in sabrına saygıyı kaybettik.
Kimene sokağındaki terzi Murat abinin güler yüzünü. Şahin çay evinde Cebrail abinin filizli çaylarını… Tamirci Mıstık elektriğin hep karmaşık görünen vitrinini… Binaların arasına sıkışmış minaresiyle mütevaziliğini koruyan Ali Ağa Camisinden yükselen ezan sesini hissetmeyi kaybettik.
Aksoy sinemasında Dünyayı Kurtaran Adam filmini izleyip dışarı çıkınca aynı hareketleri birbirine uygulayan gençlerin heyecanını… Rahmetli Osman hocanın dükkânındaki çeşit çeşit misklerin kıymetini ve Belediye iş merkezinin zemin katındaki Sahaf Amca’nın mekânındaki kitapların kokusunu kaybettik.
Birçoğumuzun ayakkabısını büyük bir titizlikle tamir eden rahmetli Gogo emmiye… Her zaman zulasında orijinal kaçak çay paketleri bulunduran rahmetli Pala dayıya… Ve abartısız en güzel ciğer kebabını pişiren rahmetli Dengbej Bekir amcaya olan muhabbetin hatırını kaybettik.
Sürekli üstünde yürüdüğümüz parke taşlarıyla, bekleştiğimiz otobüs durakları ve banklarla… Gölgesinde uzandığımız ağaçlarla ve serinlemek için yüzdüğümüz Murat nehriyle… Her gün hızla yanından geçip gittiğimiz mekânlarla, gölgesine arabamızı park ettiğimiz binalarla, köşe başlarında usulca bekleyen kedilerle olan gönül bağımızı kaybettik.
Oysa hayatımızın içinde bulunan canlı cansız her varlık aslında büyük bir anlam ifade eder. Bir tanesinin bile yokluğunu derinden hissedip üzülmüyorsak büyük bir kayıp içindeyiz demektir. Her kayıpla bir yanımızı yitirdik böylece hayata biraz daha yenik düştük. Ne elimizle yok ettiklerimizin yerine aynı değerde bir şey koyabildik ne de kaybetmeden önce değerlerimizin anlamını fark ettik.
Semtlerimiz, mahallelerimiz ve sokaklarımızda esen güven ve saygı rüzgarları, birbirimize duyduğumuz kin, öfke, iftira ve nefrete yenildi. Evlerimizi, kalplerimizi ve sofralarımızı saran o sıcak ve samimi duygular dedikodu, hırs, haset ve çekememezliğe yenildi.
Maalesef, özünde sevgi, saygı, paylaşma ve dayanışma barındıran bu şehir ve bu toplum;
Egosu şişkin ve kalibresi düşük kibirli yetkililere, sonradan görme mal sahibi züppelere, aşiretlerini ve soyadlarını başkalarını ezmek için bir sopa gibi kullanan kifayetsizlere, memleket sevgileri aldığı ihaleler oranında olan açgözlü sömürgecilere ve bey efendi görünümlü hırsız, ahlaksız ve tefecilere yenildi.
Şimdi bu şehrin erdemli ve vicdanlı her evladına düşen şey; omuz omuza verip bu kadim şehri ve mayasında güzellik dolu olan toplumu yeniden asli kimliğine kavuşturmak için mücadele etmektir…
Bu Şehir Neyi Kaybetti ve Kime Yenildi?
Her mahallenin birkaç tane futbol takımı vardı. Meşin topa sahip olan takımlar ayrıcalıklı, krampon ve tozluk sahibi oyuncular ayrı bir fiyakalıydı. Galibiyetin mükâfatı sıfır bir topa veya gazoza sahip olmak olunca her maç ölümüne oynanırdı. Her genç kendi mahallesinin şanı için birer savaşçı ruhuyla mücadele ederdi. Mertçe kavga edilir, ama asla küs kalınmazdı.
Eski insanlar yenilerinden daha iyiydi. Günümüz para, gösteriş, kibrin devri. Paran kadar ünvanın kadar varsın, yoksa hiçsin. O eski insanlar ve yaşantıları geride kaldı. Bir yazarın dediği gibi, demirin tuncuna insanın piçine kaldık.Devir kötü bir devir, iyi olanlar da arada kaybolup eziliyor. Bunun düzeleceğini sanmıyorum. Her geçen gün öncekini mumla aratacak maalesef.
Bahsettiğiniz zamanda da da Ağrı'da zulüm hırsızlık haksızlık tefecilik cinayet iktidar terörü vardı ancak insan özlem duyunca güzellikleri bir bir sıralıyor, hayat aldaticiligi ile her zaman güzeldir Allah sıhhat afiyet versin
ağzınıza sağlık yüreğinize sağlık eksik var fazla yok
Tebrik ederim, gerçekten doğru analiz yapmış Kerem Bey.
İMSAK
05:25
KEREM BEY NEYİN KAFASINI YAŞIYOR :))